Yorgunluğun Gençlik Hali

Yorgunum, çok yorgun, ayakta duracak halim yok. Bugün günlerden pazar, evin bütün işlerinin yapılıp bitirilmesi gereken gün. Sabah iş var, okul var, kreş var. Kahvaltıdan sonra evi süpürüp sildim, tozlar da alındı, bir yandan da makinada çamaşırlar yıkanıyor. Merdaneli makine bana mı yardımcı oluyor, ben mi ona belli değil. Termosifonda ısınan suyu içine dök, biraz döndürünceye kadar koş başka işe bak, gel sıcak suyun içinden aldığın çamaşırları teker teker merdaneye ver, çabuklaştırayım diye çarşafları biraz kalın ver, merdane atsın daha çok zaman harca, sinirlen, bu arada termosifona kömür atmayı unut su soğusun.
Araya öğle yemeği girsin, çocuklar temizlenen yeri hiç temizlenmemişe çevirsin. Nihayet çamaşır sepeti elinde balkona çıkarken, salon kapısından çıkama. Çünkü büyük kızın camlı salon kapısını kara tahta yapsın, tebeşir yerine pastel boya kullansın, kanepenin üstüne dizdiği kaşıktan, çataldan öğrencilerine anlattığı dersi böldüğün için kızsın. Sen pastel boya kırıntılarına bastığın için önce çamaşırları mı asacaksın, boyalarımı temizleyeceksin kararsızlığı içindeyken, ayakların seni balkona çıkarsın. Hava soğuk astığın çamaşır heykel gibi kalsın, biraz sonra toplayacağını bile bile havalansın diyerek asmaya devam et. Bu arada bir üst katta oturan arkadaşıyla tuvaletten tuvalete sohbet eden küçük kızın sen kapıya gidinceye kadar annee diye bağırsın ve çağrılma nedeni arkadaşıma gidebilir miyim sorusu olsun. Pencereden gitmeyi düşünmüyorsan önce oradan çıkman gerekiyor diye söylene söylene bıraktığın işin başına dön….
Yazarken bile yoruldum. Çamaşır faslı bitti, çocuklar yıkandı, bir de yemek koymak lazım sabahtan ıslattığım nohudu etle beraber düdüklüye koydum, o ötünceye kadar çayımı demledim tepsimi hazırladım ki banyodan çıkınca hazır olsun, tepsimi alıp koltuğa, sandalyeye falan değil, ayaklarımı uzatıp, sırtımı kanepeye dayayıp, yere oturayım, çayım yanımda doldurup doldurup içeyim. Bu yorgunluk başka türlü çıkmaz. Düdüklünün altını kısıp ayaklarımı sürükleyerek banyoya girdim. Cumartesi ne yaptım da bu kadar sıkıştım diye düşünür mantıklı bir insan, ben de öyle yaptım. Gün gezmesine gitmişim. Zaten hafta boyu gördüğünüz insanlar bir de hafta sonu ne işiniz var evlerde değil mi ya. Evet, doğru söz ama cuma günü yapılacak programa kadar geçerli. Çocukların üstünden çıkanlar banyonun temizliği derken biraz geç çıktım.
Mutfağa doğru gidiyorum çayımı alıp oturacağım, bir ses ve koku dalgası salondayken yakaladı. Mutfağa girdiğimde, düdüklüden gelen foşurtu eşliğinde çıkan jölemsi suyla ocak, tezgâh, alt dolaplar, yerler kaplanmış ve ben ilk adımımı tencereye bakarken o suyun üstüne atmışım. Benim çay da yeterince nasibini almış bu durumdan. Balkon kapısı ardına kadar açıldı, fark etsem soğuk umurumda olacak da, üşüdüğümü falan hissetmiyorum. Bir başka zamanda bile yeterince sinir bozucu ve yorucu olacak işi o anda yaparken o gücü nereden buldum bilemiyorum. Demek ki her şeyin bir sınırı var aşıncaya kadar, kendi kendime söylene söylene mutfağı temizledim, çay yok, yemek yok, yorgunluk ve sinir de kalmamış, ruhsuz bir kukla gibi kapı açılmışken heykele dönmüş çamaşırları topladım, bir kısmını sobanın üstündeki tellere astım bir kısmı da sırada beklediler. O zamandan beri nohudu yalnız koyuyorum düdüklüye bir şey olursa hiç değilse yağsız olsun.
Eskiden her yer mi soğuktu Ankara mı soğuktu, çeşmeler, su saatleri buz tutardı. Bazen boruların altında ateş yakılır o da saati patlatırdı. Saatleri donmamış evlerin alt katlarından su taşırken merdivenlere dökülen sular anında buz tutardı. Öyle günlerde dışarıdan kar doldururduk kovalara tuvalete dökmek için.
Bir de elektrik süpürgesi olsa bile, eski alışkanlıklar kolay terkedilmediğinden, kalın halıların üzerine biraz kar serpilip süpürgeyle süpürülürdü, tozlar kar tanelerine takılıp giderken salonu bir kar kokusu kaplardı.
Koku demişken ev sahipleri Kayseriliydi bazı günler eve geldiğimde bütün apartman çemen kokardı. O güne kadar çemeni sucuğun mütemmim cüzü olarak biliyorum, ayrıca çemen görmüşlüğüm yok. Bize de getirdiler bir kâse, mutfağa koydum gelinceye kadar mutfak kokmuş, sarıp sarmalayıp dolaba koydum her açışta çemen kokusu karşılıyor önce, kış günüydü götürüp balkona koydum. Ertesi gün gelen misafirle konuşurken Söz kayseri, sucuk derken çemene geldi, o çok severmiş ben size vereyim dedim. Giderken hatırlattı, balkona çıkarken garip baktı, şimdi balkonda ne işin var, ver çemeni de gideyim der gibi, balkondan çemenle gelince sen bunu balkonda mı tutuyorsun kızım, bu altın değerinde hiç oralara konur mu? Derken ben paketi çantasına koymuştum.
Alt katta bir aile vardı, adam taksi şoförüydü 42 plakalı taksisi her gün evin önünde duran. Kendi İlimin ve bulunduğum İlin dışında hiç plaka numarası bilmiyorken 42 nin Konya olduğunu öğrenmiştim ilk olarak. Çocuklarından birisi istediği olmayınca yere oturur, bacaklarının arasından kafasını defalarca betona vururdu.
Karşımda yaşlı bir çift otururdu çocuklarıyla beraber, küçük oğlan üniversiteye gidiyordu, Abisi uzun boylu, yakışıklı, kibar, çok düzgün konuşan bir gençti, sürekli siyah güneş gözlüğü takardı. Onu sabahları Annesinin veya kardeşinin koluna tutunmuş otobüse giderken görmesem, görme engelli olduğunu anlamam çok zordu. Köyden bir genç kızla evlendirmişlerdi, ikisini yan yana gören, Aydının görmediğini öğreninceye kadar inanmazdı karı koca olduklarına. Birisi görmediği, diğeri kendini de gördüğü için kurulmuştu denklik. Hatice, oturduğu kanepede çekirdek çitler kabuklarını halının üstüne atar, yeni emeklemeye başlayan bebekleri kabukların içinde dolaşır, boğazına kaçırdığı kabuğu çıkarmak için kayınvalide gelirdi koşarak.
O kadının gözlerini unutamam, çaresizlik ve üzüntünün oyduğu derine kaçmış iki mavi kuyuydu sanki. O gözlere baktığım anda onun üzüntüsüne kederine çekilirdim, bütün yük onun omuzlarındaydı. Kocası Ahmet amca, Emekli olduktan sonra iyice kurudu, akşama kadar pencerenin önünde oturur, geleni geçeni izler, tanıdığı birisi geçer de adını hatırlayamazsa kafası ona takılır, kimseyle konuşmayan adam o ismi öğrenmek için üst katta oturan ev sahibine kadar çıkardı. Bazen onun kafası rahat etsin diye diğer apartmandaki komşulara bile sorulurdu.
Hafta sonunda, erkekler kahvaltıdan hemen sonra kömürlüklerin önündeki küçük bahçede tavla veya okey oynarlar, hava karardığında, akşam yemeği için çağrılmaya başlanmış ama oyun bitmemişse, birisi tavlayı tutar, birisi otomata basar, merdiven boşluğunda o oyun biterdi. Kömürlükler tam bir Kayserili aklıydı, bahçe küçülmesin diye eve gelen yolun altına oyulmuştu.
Gençlik her şeyde olduğu gibi yorgunluğu da umursamıyor. O pazar gününü atlatıp pazartesi daireye gidince, işlerin arasında yorgunluklarımızı yarıştırıp, hafta sonu için yeni programlar yapmaya başlardık. O zamanlar belki de sosyalleşmekti bu yaptığımız, gidilen evde bulunan yabancıları, özellikle aile büyüklerini tanımak, evleri, eşyaları, sunumları, davranışları incelemek, kendine pay çıkarmak, fark etmeden aldığımız eğitim programının olumlu veya olumsuz dersleriydi belki de.