Geri Dönen, Gideni Yanına Almış mıdır? Yoksa Unutmuş mudur?
Kızım senin ne işin var bu adamla, bakışı hep üzerinde gezinirdi ama o fark etmezdi, o kadar meşguldü ki kafası, onu memnun edecek şeyleri üretmekle ve nasıl da onun istediği gibi olduğunu ona ispat etmekle.
İkisi de aynı okulda öğrenciydiler. Erkek aykırı tipti aslında ama o alışıldık tiplerin arasında ilginç gelmişti, aşırı özgüvenli kasıntı halleri. Hep en iyisini o bilir, ağzı iyi laf yapar, söylediğine inandırırdı. Onun yanından ayrılınca söylediklerini değerlendirmeye çalışır sonra vazgeçerdi, gereksiz gelirdi öyle bir şey yapmak.
Biraz alaycı, biraz pervasız, ama gözlerindeki sıcacık bakış hepsinden önce gelirdi. Eve gittiğinde annesi, babası, arkadaşları, ev düzeni, alışkanlıkları, yetişme tarzı, bulunduğu ortamı göz önüne getirince, içinde bir acaba şüphesi dolanıp geçerdi. O farklı, zaten farklı oluşu değil miydi etrafındaki çok sıkıldığı mıy mıy tiplerden ayıran. Onun için okul falan hava cıva işlerdi, bir hayali vardı köydeki araziye bir ev yapıp çiftçilik yapacak kendi işinin patronu olacaktı. Kimsenin emrinde, hele şu çekilmez şehirde hiç yaşayamazdı. Hafta sonu dışarı çıktıklarında, yolları mutlaka küçük bir köyden geçiyordu ve ona uygulamalı olarak anlatıyordu yapacaklarını. Meyve sebze bahçesinin içindeki kırmızı kiremitli küçük şirin evler, tavuklar, ördekler, koyunlar önceleri dokunamazdı onlara, zamanla alıştı.
Pervasızlığı ona da geçmişti, bir an okulu falan bırakıp hemen gitmeyi düşünüyorlar ama en sonunda Esin ailesine verdiği sözü hatırlıyor, okul bitinceye kadar beklemeyi kararlaştırıyorlardı.
Ailesiyle tanıştırmıştı Mehmet’i onlara da ilginç gelmişti, şeytan tüyü vardı sanki kendini sevdiriyordu. Görüşmeler arttıkça bazı tutarsızlıklar sezmişler, araya mesafe koymuşlar, Esin’i de uyarmışlardı dikkatli olması için. Evlenmek istediklerini söylediklerinde biraz bekleyin demişler ama dinleyen olmayınca, ar belasına üstlerine düşeni onların isteği doğrultusunda yapmışlardı.
Nihayet hayallerini gerçekleştirmek üzere köye gelmişler, köyün hemen yakınındaki bahçede Mehmet’in ailesinin bağ evi olarak kullandıkları 2 oda bir mutfaktan ibaret küçük evin önündeki sundurmayı genişletip kocaman bir balkona çevirmişler. İlk günlerin heyecanıyla kilimler, doğal kumaştan uçları püsküllü perdeler, sedirler, minderler mutfakta emaye, bakır, tencere tavalar, tam istedikleri gibi otantik bir hava vererek kendilerince düzenleyip yerleşmişlerdi
İkisinin de mutfakla ev işiyle pek arası yoktu. Esin bütün işleri yapılmış haliyle gördü evlerinde, onun görevi ders çalışmaktı, Mehmet için zaten çok doğal ev işinden anlamıyor olmak, Ankara’ya okumak için giden ailenin tek evladının tabii ki bilmesi gerekmiyordu. İyi niyetle bir şeyler başarmaya çalışıyorlar, daha doğrusu Esin yapmaya çalışıyor ama çok zorlanıyordu.
Kaynana, görümce, elti tiyatroya gider gibi gelip onu izliyorlardı, bunu bile bilmiyor diye gülüşe gülüşe. Sonra öğretmeye çalışıyorlardı, her türlü yardımı minnetle kabul ediyor. Onlar gibi becerikli olmak her şeyi yapmak, Mehmet’in iltifatlarını o almak istiyor, köyün işleriyle ilgili konuşmalarda, ortaya çıkan eğlenceli sohbete o da ortak olmak, onlar gibi Mehmet’le bu konularda konuşabilmek istiyordu. Mehmet laf arasında öğrenir öğrenir diyordu biraz küçümsemeyle bakan gözlerle.
Öğrenmek için çok gayret etti gerçekten, çünkü onu seviyordu ve onu mutlu görmek için bütün bunlara değer diyordu. Hayatının anlamı onu mutlu etmekti. Akrabalarla çok yakın oturuyorlardı kim ne zaman geldi ne zaman gitti belli değildi, günler bir curcuna içerisinde geçiyordu.
Bir gün yakın bir köye cenazeye gidilmesi gerekti ve köyde rutin işlerin yapılması için sadece ikisi kaldılar. Sabah kalktığında bir tuhaflık hissetti, içinde bir sükûnet vardı, birine yetişmesi, kendini birilerine beğendirmesi, ispatlaması gerekmiyordu. Mehmet çıkmıştı tarla sulanacaktı, sıra onlardaydı, mutlaka kahvaltıya gelecekti, akşam öyle söylemişti. Evet, iş vardı, bazılarını beceremeyeceğini biliyordu ama tek başınaydı. Önce kahvaltıyı hazırladı balkona, Mehmet te nefes nefese geldi, karşılıklı oturdular önce, konuşacak şey bulamadılar tavukları çıkardın mı, sulama ne zaman biter, fasulyeler toplanacak gibi tek tük cümleler saçıldı ortaya sessizce. Yeme şekilleri de değişmişti, çatal gereksiz gibiydi elleriyle atıveriyorlardı ağızlarına, çaylarını içerken de konuşmadılar.
Hâlbuki o çay içme zamanını nasıl bekler, hiç susmadan konuşurlardı okulun kantininde. Ne çok konuşacak şeyleri varmış edebiyattan, sanattan, derslerden, hocalardan. Bir tuhaflık, bir burukluk vardı adlandıramadığı, sanki geçen yüzyılda kalmıştı o günler. Akşama kadar becerebildiği kadar yaptı işleri, arada kendine bir kahve yaptı, geldiği gibi kutularda duran kitaplarının başına geçti, kendini bıraksa dalıverecekti kitapların içine ama her an gelebilirlerdi.
O gün içine bir şey düştü ne olduğunu bilemediği, altı ayını böyle geçirmişti ayağında şalvar, sırtında yelek. Kendini, kendinin dışındakilere ispatlamak için uğraşırken.
Sonra bir gün annesi geldi onu görmeye. Özlemişlerdi birbirlerini ne birisi şikâyet etti ne diğeri yüzüne vurdu, sadece benimle gel, bir nefes al, değişiklik olur dedi annesi. Çok düşündü, Mehmet’in dışındakileri düşününce hemen gitmek istiyor, Mehmet’i bırakıp gitmeye de gönlü elvermiyor.
Akşam otobüse bindiklerinde ilk hissettiği üzerindeki kot ve kazağın verdiği rahatsızlıktı, yelek ve şalvarın rahatlığı yoktu tabii. Bir an kendine dışardan baktı, kılık kıyafetiyle sözleriyle, davranışlarıyla sanki yalaka birisiydi köydeki kendisi, onu sevsinler diye onlar gibi olayım da Mehmet beni çok sevsin diye. Öyle mi?
Seyahat boyunca çok konuşmadılar annesiyle, daha çok gözlerini kapatıp içine içine konuştu. Sabah indiklerinde şehrin görüntüsü, gürültüsü, kokusu bir anda serseme çevirdi, koca koca binalar üstüne üstüne geliyordu, sanki hiç burada yaşamamıştı.
Eve geldiğinde belli etmemeye çalışsa da babası durup durup tanımaya çalışıyor gibi yüzüne bakıyordu. Odasına geçip yatağa uzandı, bedeni odaya yabancı gibiydi, ellerine baktı tırnakları ojesiz, parmak uçları çatlak çatlak, yüzü de bir tuhaf yanıktı, yüzünü yıkarken fark etmişti. Neyi ne için yaptığını, değip değmediğini düşündü ve kendinin dışındakilere uyum göstermeye çalışırken kendini es geçtiğini duyumsadı, sahi onun için kim hangi kılını oynatmıştı? İçinden cılız bir ses belki değerdi diye geçirmeye çalışıyor ama tam oturmuyordu. Sabahı zor etti, hem buradan hiç gitmemiş gibi hem de yabancı hissetti, garipti giderken hiç öyle düşünmüyordu, etrafında aşkım aşkım diye dolanan biri vardı, ”sahi ne olmuştu o söze” o da kaybolmuştu.
Annesi, babası, farkındaydı tereddüdünün ama seslerini çıkarmıyorlar, hissettirmeden eski konforu sunuyorlardı “sen seversin” sözü eşliğinde. O zaman fark etti uzun zamandır hiç kimse onu düşünmemiş, onun için bir şey yapmamıştı “sen seversin” diyerek. Olduğu sürece kıymeti bilinmeyen kanıksadığı, “sen seversin” sözü nasıl da değerliymiş oysa. Gitme vakti gelmişti içinden pek de gitmek gelmiyordu da farkında değildi sanki köydekilere hediyeler aldı, vedalaştı çıktı yola.
Yol boyunca hiç uyumadı sürekli olarak hayatının iki yönünü kıyaslama, kendini eleştirme halindeydi. Bir hevesti de geçti mi? Heves devam ediyor mu? Ya sevgisine ne olmuştu, o hay huy arasında kaynayıp gitmiş miydi? Nereye gitmişti, yoksa zaten yok muydu, o da mı hevesti? “yok canım olur mu öyle şey ”dedi.
Kocası karşılamıştı onu, o da garip görünüyordu, saç sakal karışmış, salkım saçak bir kıyafet, bu eşofmanı kim icat ettiyse artık her yere aynı kıyafet. Eve geldiklerinde herkes başına toplandı, aldığı hediyeleri verdi. Evde tuhaf bir koku var ortalık dağınık bulaşıklar lavaboda insan yediği yemeğin bulaşığını yıkar ya. Önceden de mi böyleydi, tabii öyleydi, en iyi köy kızını, ev hanımını ben oynarım diye diye ne yaptığının farkına ancak varabildi. Hayat bıraktığı yerden devam ediyordu herkes için ama onun için edecek mi belli değildi.
On beş günde ne olmuştu, ölen kalan, giden gelmeyen yoktu, her şey yerli yerinde duruyordu görünüşte.
Ne eskiden yaşadığı ev, ne de bu ev artık eskisi gibi değildi. Evin de bir belleği vardı, onu anlamıştı çat çat vuruyor insanın suratına yaşananları, yaşanamayanları, unutulanları, es geçilenleri. O dönmüştü ama döndüğü aynı ev değildi, evle eski bağını kuramıyor, belki ev de onu tanıyamıyordu, belki dönen de o değildi.
Bir dergide okuduğu yazı geliyor aklına:
“Bir kere gitmeye karar verince, artık o ev, o ev olmaktan çıkıyor, düşüncelerin içinde dolanırken o da değişiyor. Giden, gitmek zorunda kalan, geri dönebilmiş midir, Bulduğu, bulmak istediği, beklediği midir? Gitmesine neden olan durum değişmiş midir? Daha da artmış mıdır, pişmanlık var mıdır, kabul görmüş müdür, ev onu kabul etmiş midir, gitme nedenini unutmuş mudur, affetmiş midir?
Gidenle gelen arasındaki fark ne kadardır? Arada geçen zamanın uzunluğu veya kısalığı belirler belki farkı ama bir kez kapatmışsan o kapıyı ve kendini dışarıda konumlandırmış dışarıdan bakmışsan kendine ve eve, belki bir saat bile çok uzun zamandır değişim için.”
İşte böyle ifadelerdi aşağı yukarı, “bu yazıyı niye hatırladım şimdi” derken bir yandan da “tam zamanı” diyordu. Bir karar vermesi gerekiyordu, burada kalıp her gece başka bir evde uyanmayı düşleyecek ya da gidecek rüyasını o evde sürdürecekti.
Fatma Ayhan 11 Eylül 2023