Öncü Bir Atatürk Kadını: Gülsevim (Aksaray) Çeviker Vefat Etti / Söyleşi

2018 yılında çok özel bir söyleşi yaptığımız Öncü Bir Atatürk Kadını: Gülsevim (Aksaray) Çeviker vefat etti… Yapmış olduğumuz söyleşiyi tekrar paylaşıyoruz.

Öncü Bir Atatürk Kadını: Gülsevim (Aksaray) Çeviker Vefat Etti / Söyleşi
Efsane Saatler
Turgutreis Kampus_UBS Okul Banner_YuksekCozunurluk_1140x200 (1)
Bursluluk-Bodrum-bahçeşehir-10 aralık 2024
vodafon_içkale_19_şubat_2024
previous arrow
next arrow
Yayınlama: 31.07.2024
1.063
A+
A-

“KEPİM BENİM TACIMDIR”

vodafon_içkale_19_şubat_2024
Turgutreis Kurs_Ugur Kurs Kazandirir_Banner_6-8-2024
bodrum-sokak-haber-youtube-abone
Bursluluk-Bodrum-bahçeşehir-10 aralık 2024
previous arrow
next arrow

Öncü Bir Atatürk Kadını: Gülsevim (Aksaray) Çeviker

Türkiye’de “hemşirelik” denince akla gelen Esma Deniz ile birlikte iki isimden biri Gülsevim Çeviker. Kendini mesleğine adamış, diğer yandan eşini ve çocuklarını da ihmal etmemiş bir modern zaman şövalyesi. “Kadından da şövalye olur mu hiç,” demeyin. Oluyor. Eğer bahsettiğimiz kadın, Atatürk’ün kızlarından biriyse, bal gibi de oluyor…

Öncelikle söyleşi isteğimizi kırmayıp kabul ettiğiniz için teşekkür ederiz. Sizin hikayeniz çoğu genç kadına yol gösterecektir. Hikayeniz nerede, nasıl başlıyor, anlatabilir misiniz?

Efendim, ben 11 Ağustos 1935, Kandilli doğumluyum. Annem sert mizaçlı, tam bir asker kızıydı. Babam ise Metro Han’da, Fransızlar döneminde kurulmuş elektrik idaresinde memurdu. Sevgi içinde büyüdüm. Biz aslen üç kardeşiz; biri bahriye subayı, diğeri elektrik teknisyeni, bir de ben.

Eski bir sarayda eğitim görür Gülsevim Hemşire: Kandilli Kız Lisesi’inde… Ve her Kandilli Kız Liseli gibi bir prenses edasıyla yetişir;

Bizim lisemiz, Kandilli Kız Lisesi, bir sultan sarayıdır. Saray ihtişamı, eski halinde değil ama, duruyordu. Hiç o eski motiflerini de kaybetmemiş, böyle yaldızlı, yerden tavanlara kadar uzanan aynalar, sık sık teneffüslerde herkes saçını tarar, kendisine bakar, şıklığını kontrol eder, forması düzgün mü değil mi diye.

Ve bir gün okullarına o dekora birebir uyan gerçek bir melek gelir: Esma Deniz…

Lise son sınıfta rehberlik dersimiz vardı. Ben sınıf mümessiliyim, rehber öğretmenim çağırdı, “Aksaray,” dedi -soyadım Aksaray, “arkadaşlarını topla, salona çıkın çocuğum.” Biz sınıfça salona çıktık, bekliyoruz, salon full dolu. Beyaz formalı, kepli, böyle şeker gibi insanlar, içeri girdiler. Esma Deniz diye bir hanımefendi geldi Amerikalı bir müdür ile birlikte. Onları görünce inanır mısınız, ben oturduğum yerden böyle kalkmışım. Yanımda da Göksel diye bir arkadaşım var, bana “Arkana dayan, arkana dayan, düşeceksin,” dedi. Biz merak içindeyiz, bize ne anlatcaklar, diye. Hemen ekipmanlar getirildi, sinema perdesi kuruldu, “Emergency Case” diye, hemşirelerin hastaya nasıl hizmet ettiğini gösteren bir film gösterildi. Filmde, hemşirelerin koşup ambülanstan hastayı indirmeleri, aynı hızla ve ritmle, heyecanla hastaya sahip çıkmaları ve kliniğe yönlendirmeleri… Nefis bir filmdi. Hani, aşk filmi olsa böyle seyretmezdik herhalde. Sonra aramızda hep konuşmuştuk, o yaşın gereği biliyorsunuz o konuşulur daha çok. Amerikalı müdür İngilizce anlatmaya başladı, Esma Deniz hoca nefis bir Türkçe ile bize tercüme etti. Bu İngilizce’yi nasıl öğrenmiş, nasıl güzel, sarı uzun saçlı, o beyaz üniforması ve kepiyle…

…ve o an karar verdiniz hemşire olmaya?

Ben aslında psikoloji eğitimi almak istiyordum. Üniversiteye girebilmek için çok ama çok çalışıyordum. Gece uyukluyorum, gözlüklerin sapı kırılıyor. Zavallı babam her seferinde yaptırıp getiriyor. Bir gün, “Babacım, ben fikrimi değiştirdim,” dedim. “Nasıl fikrini değiştirdin,” dedi. “Ben hemşire okuluna gitmek istiyorum,” dedim. Hiç unutmuyorum yüzündeki ifadeyi, durdu, “Niye fikrini değiştirdin,” dedi. Size anlattığım gibi “Böyle bir film gördüm, etkilendim,” dedim. Biraz da kararlı bir tip olduğum için, söylediğimin de arkasında duruyorum. Anneme çekmişim bu anlamda. Babacım elimden tuttu beni, Amiral Bristol Hemşirelik Okulu’na gittik. Esma Deniz hoca oranın Türk müdürü. Yine o bembeyaz formasıyla, bembeyaz saçlarıyla, beyaz kepiyle sade, tam bir Türk müdür. Baktı, konuştu etti, “Ama,” dedi, “siz lise mezunusunuz. Buraya ortaokul mezunları giriyor, sizi nasıl alacağız? Sonra siz çok naif, zarif bir kızsınız, bu işi yapabilir misiniz,” dedi. “Yapabilirim efendim,” dedim ben. “Neden fikrinizi değiştirdiniz,” dedi. Ben dedim ki, “Sizi ve o Amerikalı müdiranımı gördükten sonra benim fikrim değişti, ben size hayran kaldım,” Babam da dedi ki, “Esma Hanım, yönetmelikte acaba bir boşluk yok mudur, lise mezunlarını da alıp böyle bir eğitimden geçiremez misiniz?” “Beyefendi bakacağız,” dedi Esma hoca. Ve bizim dostluğumuz o karşılaşmayla başladı ve ölünceye kadar da devam etti. O kadar çok sevdim ki, bana pek çok çalışmalarımda ışık tutmuştur. Hiç konuşmasanız, sadece yanında otursanız dahi kendisinden çok şey öğrenirdiniz. Ben hep bir kitaba benzetirdim. Sayfaları çevirdikçe farklı heyecanlar, farklı güzellikler var.

Anneniz ne dedi bu kararınıza peki?

Maalesef annem liseden mezuniyetimi göremedi. Çok sağlıklı, çok güzel bir hanımdı. Omzundaki o şiddetli ağrıyı gideremediler. Hastane hastane babam annemi doktorlara götürdü. En son Amerikan Hastanesi’nde hastanenin başhekimi Dr.Shephard teşhisi koymuştu.: Lösemi… Annemi 18 gün içinde kaybettik. Yalnız annem Amerikan Hastanesi’inde bir tedavi görüyordu. Morfin veriyorlarmış ağrıları için. Annem o ara hemşireleri ve stajer öğrencileri, öğretmenleri görmüş. Bana “Bak Sevim,” dedi bir gün,”baban beni eksik olmasın, Amerikan Hastanesi’ne götürdü. Orada doktor beyi beklerken genç stajerler, hemşireler geçti. Böyle uzun boylu, pırıl pırıl üniformalı, hiç kırışmamış üniformalarıyla hocalarının arkaından yürüyorlardı. Sana ne kadar yakışır,” dedi. Hep kulağımda o sesi var, inanır mısınız, hiç eksilmiyor, hiç kaybolmuyor kulaklarımdan.

Nurlar içinde yatsın. Ve siz Amiral Bristol Hemşirelik Okulu’nda okumaya başladınız.

Evet. Hocalarımız Amerikalı idi. Tercümanla derse girerlerdi. Yalnız 2 ders Türkçe okutulurdu. Ben lise mezunu olduğum için bütün kültür derslerinden muaftım. Sadece servislerde, meslek derslerine girerdim. Tabii o benim çok büyük bir kazanımım oldu. Herkesten daha çok hasta görme imkanı buldum, çok uygulama yaptım. Amerikalı müdürümüz bir kont hanımıydı. Çok şişman ama yüzü çok tatlı bir hanımdı. Kendi tercümanı hasta olduğu veya gelmediği vakitler beni çağırırdı. O farketmiş biraz İngilizcem olduğunu. Çünkü annem rahmetli çok eğitime düşkün bir insandı. Anneannemin de katkılarıya Kandilli Kız Lisesi’nde haftasonları ekstra müzik dersi, piyano, ve İngilizce dersleri verilirdi. Ben İngilizce alırdım. Oradan demek ki benim biraz farkediyordu. “Gel yardım et bana,” derdi. Hep düşünürdüm, ben nasıl tercüme edeceğim, diye. Bir gün beni yanına çağırttı. Korka korka gittim. “Gel gel gel, otur şöyle yanıma,” dedi. “Sen Amerika’ya gideceksin!” Şaşkınlık içinde “Ben mi?” diye bağırmışım. “Evet,” dedi,”sen!” Meğer gazetede Amerika’ya Fulbright bursu ile gönderilecek bursiyerler arandığı ilanı çıkmış ve müdiranım bunu görmüş. “Ama benim İngilizcem yeter mi,” dedim. “Yeter, yeter,” dedi. Bir yazılı bir de sözlü sınava girdim, ikisini de kazandım ve Amerika’ya gitmeye hak kazandım. Colombia Üniversitesi’ne; Nursing Education and Administration bölümüne. Türkiye’de Fulbright Bursu ile yurtdışına hemşirelik okumaya gitmiş ilk öğrenciyim. Yıl 1956.

Esma Hanım nerede okumuş?

O da Colombia Üniversitesi’nde okumuş ama Fulbright Bursu ile değil. Zannediyorum Atatürk Bursu ile okumuş şanslı öğrencilerden.

Peki, babanız “Kızımın ne işi var oralarda, Amerikalar’da,” demedi mi? Neticede yıl 1956.

Haşa.. Babam çok meraklı, çok candan bir babaydı. Dünyanın çok sayılı babalarından biridir. Benim limanım gibiydi. Ben üzüldüm mü babama sığınırdım. Annem asker kızı olduğu için çok disiplinli, hatta ters bir hanımdı, nur içinde yatsın. Babam bana karşı daha yumuşaktı. Kardeşlerime karşı değil ama, Halim Bey bilir.

Damada karşı da sert miydi yoksa?

Yo, çok severdi Halim Bey’i.

Birşey demedi öyle mi, izin verdi?

Yalnız “İyi düşündün mü, yapabilir misin, diye sordu. “Bak müdiranım o gün yapabilir misin diye sordu, sen de büyük bir hevesle yaparım, dedin,” dedi. “Olurum babacım, siz hiç merak etmeyin,” dedim.  “Sen istiyosun madem, git kızım, inşallah çok başarılı olursun,” dedi. Bizim babamla çok saygılı ve sevgili bir ilişkimiz vardı. Beni hep destekledi.

1956’dan bahsediyoruz ama. Şimdi bile göndermiyorlar kızları, düşünüyorlar.

Halim Çeviker(Eşi): Şimdi ben burada bir saptama yapmak istiyorum izninizle. Dendi ki, sizi o yaşta, Amerika gibi o zaman için bilinmeyen bir yere, bir maceraya nasıl gönderdiler. Bizim bir kız torunumuz var, üniversitede okuyor. Zaman zaman, onun o okula girmesi, bu okula girmesi konuşulur. Annesi babası üzerlerine titrerler. “Olur mu, Ankara’ya bile gidilmez,” vesaire. Kız çocuğunu gözlerinin önünden ayırmak istemiyorlar. Ankara’daki bir üniversiteye bile razı değiller. Genelde anne babalar öyle. Belki şuurlu olarak değil ama, his olarak böyledir. Çocuklar, sonra küçük oğlan da öğrendi ondan, anne babalarına diyorlar ki; “Yahu siz ne diyorsunuz, 1956’da babası anneannemi Amerika’ya göndermiş. Siz nasıl olur da bizi bu çağda, Almanya’ya, İngiltere’ye yahut Ankara’daki bir üniversiteye yollamıyorsunuz?” Bu daima bir konuşma konusu olur, örnek gösterirler.

Kesinlikle haklısınız. Gülsevim Hamşirem de babası da bugünün çocuklarına ve anne babalarına örnek olacak insanlar. Peki, Amerika’ya gittiniz. Zor muydu Amerika? Sonuçta bilmediğiniz, evinizden çok uzakta bir yer?

Tabii zordu. 4 sene dönmemecesine kaldım orada. Lisans eğitimimi aldım.

Amerika’ya indiğinizde neyle karşılaştınız?

Biz bir grup olarak gittik. Biliyorlardı bizim hangi tarihte New York’ta olacağımızı, gelip bizi aldılar havalimanından. Ben Türkiye’den hemşirelik alanında tektim. Trabzon’dan vardı, İstanbul’dan mühendislik bölümü için gelen vardı.

O tarihte Trabzon’dan gitmesi de büyük bir olay aslında.

İngilizce öğretmeniydi o arkadaş. Saime diye bir arkadaş vardı, sonradan çok yakın iki dost olmuştuk. Amerika’ya inen bir sürü genç insandık. Colombia Üniversitesi’nin Witterhall diye bir yurdu vardı, orada kaldım. Üçüncü senenin sonuydu, benim major advisor’ım bulaşıcı hastalıklar hemşireliği dersini verirdi. Çok sert bir hanımdı. Bir gün yine beni ofisine çağırdı. Sınav olmuştuk, notum kırık mı acaba, diye yürek çarpıntısı içinde gittim. Gel, şöyle otur, dedi. Ben seni Amerikalı bir ailenin yanına, Miss.Hausen diye birinin yanına gönderiyorum, dedi. 8 sene Hindistan’da gönüllü olarak İngilizce öğretmenliği yapmış bir kadındı. Tek yaşıyor, bir de Macar bakıcısı var, bir de Kanada’dan bir hemşiresi. Macar bakıcı Miss.Hausen’e bakıyor, diğeri de hemşirelik yapıyor, ama odasının parasını ödüyor. 3 tane hanım, bir de ben gittim, 4 olduk. Çok iyi insanlardı, o kadar hoş bir hanımefendiydi ki… Ben çok şey öğrendim. Bir gün dedi ki, “Haftasonları bana gazete okur musun,” dedi. “Ben de sana onun karşılığında ufak bir cep harçlığı vereceğim.” “Para önemli değil ama, çok mutlu olurum,” dedim. Bilmediğim kelimeleri öğrenirim, vs. Çok temiz bir İngilizcesi vardı. Babamla yazışıyoruz bu arada tabii, mektuplar 1 haftada gidip geliyor. Ben 4 sene Türkiye’ye hiç dönmedim. O kadar çok sınav var, o kadar çok sınav var ki, inanır mısınız, Miss.Hausen’le odalarımız karşılıklıydı, arada gelir kapının önünde durur, gece 2 olmuş 3 olmuş, ben çalışıyorum, kapıyı tıklatır, “Sevim, yatmıyor musun, yat dinlen, sonra hepsi çorba gibi karışır,” derdi. Beni öyle güzel yönlendirmiştir ki… Bu şekilde çalışarak mezun oldum. Mezuniyetimi özellikle anlatmak istiyorum.

Mezuniyetinize geçmeden önce sormak istediğim birkaç şey daha var. 4 yıl orada eğitim gördünüz. Size bakış açısı, bir Türk’e bakış açısı nasıldı? Çünkü bahsettiğiniz yıllar Marshall yardımının yapıldığı yıllar. Bir değişim var, DP iktidarda, Türkiye’de çalkantılı bir değişim var. Nasıldı o dönem Amerika? Bunu bugün Amerika ile aramızda olan çatışmaları, huzursuzluğu anlayabilmek ve belki de çıkış yolu bulabilmek için soruyorum.

Ben politik bakımdan derinliğini pek fazla bilemiyorum. Ama Marshall yardımının bizim gidişimizde büyük etkisi olduğunu düşünüyorum. Arkadaşlarım okumaya geliyorlar, bazısı evleniyor, iş buluyor kalıyordı, bazısı Türkiye’ye geri dönüyorlardı. Benim çok iyi bir arkadaş grubum vardı. Anne babası Yunanistan kökenli bir arkadaşım vardı mesela, anfide yanımda otururdu sürekli. O da beni çok desteklerdi. Ben çok dikkatli not alırdım, defterlerim hala durur. En ön sırada oturur, sürekli not alır, sonra o notları kendimce birleştirirdim, hocanın ne demek istediğini anlardım. Benim notlarımdan not alırdı. Bir şey dikkatimi çekerdi yalnız anfide; beyaz kepli, yerlere kadar cüppeli üniformalarıyle rahip ve rahibeler vardı. Ben hiç görmemiştim İstanbul’da. Bir gün merak edip sordum, “Niçin,” dedim “bu rahip ve rahibeler anfide duruyorlar?” “Onlar da senin benim gibi lisans yapıyorlar üniversitede,” dediler. Çok şaşırmıştım. Hiç konuşmazlardı. Yabancılarla da siyahlarla da konuşmazlardı. Zamanla bana çok alıştılar, benimle konuşmaya başladılar. Ben de onlarla konuşurdum. Tuvaaletlere ineriz, zencilerin tuvaletleri ayrıydı. Ben bilemiyordum tabii, bizde siyah beyaz ayrımı yoktur ki? Bir seferinde onların tuvaletine girmişim, çıktım ellerimi yıkıyorum, bir tanesi geldi rahibelerden, dedi ki, “Bakar mısın..” “Dinliyorum,” dedim. “Oraya girme,” dedi. “Onlar zencilerin tuvaleti,” dedi. Hiç unutmuyorum bunu. “Yanlış bir iş yaptım herhalde,” dedim kendi kendime. Bir cezası olup olmadığını da bilmiyordum ki? Korktum, bir daha giremedim. Sınıfımızda çok siyahi öğrenci vardı. Onlar da dışlanmış gibiydiler. Biz de öyleydik yabancı öğrenciler olarak. İki Japon vardı, bir Yunan vardı, tek Türk bendim bölümde. Diğer hepsi Amerikalı idi.

Bir yabancı allerjsi vardı yani?

Tabi tabii, vardı.

Peki, Amerika’da günlük hayatta da o siyah beyaz farkını gözlemleyebildiniz mi?

Gördüm tabii. Benim kaldığım, biraz önce anlattığım Miss.Hausen’ın evinin karşısında küçük bir park vardı. Oraya gelirdi insanlar, oturur, konuşur ederler, bir şeyler yerlerdi. Parka hep siyahiler gelirdi. Bir gün dikkatimi çekti balkondan bakarken, Miss.Hausen’a, “Buraya hep negrolar geliyor, hiç beyazlar gelmiyor, ben o parka gidip oturamaz mıyım,” dedim. “Yo yo, never ever,” dedi. Yani zinhar gitme, dedi. Sonra bana derdi ki geç kalma. Ben çok kütüphanede çalışırdım. Gece 12’ye kadar kütüphanede çalışırdım. Yer siliciler negrolar idi hep, kadınlı erkekli. Çoğu sefer kitapların üzerinde uyuklayıp kalırdım. Gelip omzuma dokunurlardı, “Kalk kalk, uyuyorsun, sonra otobüs bulamazsın,” derlerdi. 123 numaralı otobüs, hiç unutmuyorum. Evin önünde ineceğim. Korkardım, heyecanla kitaplarımı toplayıp koşa koşa otobüs durağına giderdim. Anatomi fizyoloji dersinde laboratuar yapıyoruz. Teorisini okulda alıyoruz, uygulamasını laboratuvara gidiyoruz. Laboratuvara otobüsle gidiliyor, bizden aşağı yukarı 10-15 dakika sürüyor. Benim elimin altında kitaplarım, beyaz önlüğüm kolumda, tek başıma gidiyorum.

Otobüs siyah beyaz karışık mı yoksa sadece beyazlara mı ait?

Sadece beyazlar binerdi otobüse. Siyahların başka otobüs mü vardı, yoksa yok muydu bilmiyorum. Ama benim bindiğim otobüste hep beyazlar olurdu. Bir gün ben yanlış inmişim. 2 durak önce inmişim. Bir negro polis bana dur, dedi. “Ne oldu, neden,” dedim. “Siz yanlış indiniz,” dedi. “Sakın buraya girmeyin, burası negrolara ait bir yer, sonra problem olur, girmeyin,” dedi. Ben o iki bloğu, iki durağı yürüyerek, koşarak gittim laboratuvara. Benim o yanlış indiğim, polisin girmeyin dediği yer meşhur Harlem’di.

Peki, mezun oldunuz, Türkiye’ye geldiniz.

Türkiye’ye gelmeme geçmeden önce izninizle mezuniyetimi anlatmak istiyorum, benim için çok anlamlı bir gündü çünkü. 1960 Ağustos’u. Siyah cübbeleri giydik, biliyorsunuz kepler vardır, püskülleri soldadır. Mezun olduğunuz zaman püskülü alırsınız ve sağa geçirirsiniz. Kızlar, erkekler o kadar çok ki.. Herkesin sevgilileri, aileleri geliyor törene. Ben zavallı garibim, kenarda bir köşede, hiç kimsem yok, kendi kendime üzülüyorum. Ağlamak istiyorum, ağlayamıyorum. Arkadaşlarım o kadar iyi çocuklardı ki, erkek olsun kız olsun gelirler, koluma girerler, yanağımdan makas alırlar, saçımı okşarlar… Program başladı, isimler okunuyor, diplomalar verilecek, püsküller soldan sağa geçecek, o sırada ismim söylendi: “Gülsevim Aksaray…!” Ben gittim, elimi uzattım, püskülümü soldan sağa çevireceğim, şöyle başımı döndüm, bir de baktım Dr.Shephard ile eşi Virgina Shephard, benim mezuniyetimi bilmişler ve gelmişler. İstanbul’daki Aerikan Hastanesi’nin başhekimi… Ben hemşirelik okulunda okurken beraber çalıştığım, annemin de hastalığını teşhis etmiş olan Dr.Shephard… Emekli olmuş ve Amerika’ya dönmüşler. Benim mezun olacağımı öğrenince kalkmışlar oldukça uzun bir yoldan benim için gelmişler. Ben onları görünce inanır mısınız, annem babam gelmiş kadar sevindim. Onları gördüm, o hevesle püskülü koparırcasına soldan sağa çevirdim, diplomamı aldım, nasıl ağlıyorum… Miss.Thompson diyor ki “ağlama tatlım ağlama.” Duramıyorum ki, gözümden yaşlar şakır şakır akıyor, su gibi. Dr.Shephard bir koştu beni kucakladı, yanaklarımdan öptü. Dr.Shephard’ın sıcaklığı üzerimden hiç eksilmedi. Ondan sonra eşi Virginia Shephard, bizim İngilizce hocamızdı, o da sarıldı öptü beni. Akşam beni yemeğe götürdüler, bana hediyeler verdiler ve dönüşte beni Miss.Hausen’ın evine bıraktılar. Eve bırakırken Dr.Shephard; “Ben senden,” dedi, “bir söz istiyorum.” “Nedir,” dedim. “Bak şimdi mezun oldun, Türkiye’ye dönüyorsun, bana söz ver, o okulun başından ayrılmayacaksın,” dedi. Ben de kendi kendime, içimden dedim ki, o okulda ben büyüdüm, o okulun ekmeğini suyunu yedim, içtim, o okul sayesinde geldim buraya, Amerika’ya, “Söz veriyorum, it’s my promise,” dedim.

Sonra Türkiye’ye döndünüz?

Sonra Türkiye’ye döndüm. Okula geldim, bana doğrudan doğruya özel öğretim kurumlarından meslek dersleri öğretmenliği ve Türk müdür yardımcılığı kadrosu verildi. 24 yaşımdaydım o zaman.

Döndünüz İstabul’a, vapurdan indiniz, kitapları gümrükten çıkardınız, bir baktınız orada Halim Çeviker sizi bekliyor?

(Hahaha) Yok, babam vardı, dostlarımız vardı. 4 yıldır görmemiştim İstanbul’u da babamı da. Bakıyorum, o kadar kalabalık ki her yer, kimseyi göremiyorum. İçime o kadar büyük bir hüzün çöktü ki, acaba, dedim, babama bir hal mi oldu ben göremeden? Annem gitti, babam da mı gitti? Ben gittiğimde babamın saçları simsiyahtı. Döndüğümde babamın saçları bembeyazdı, tanıyamadım.

Kızını Amerika’ya göndermiş ama, hasretinden de saçlarını beyazlatmış.

Evet, öyle olmuş. Ondan sonra Amiral Bristol’de öğretmenlik, müdür yardımcılığı, Türk müdürlük. 2 senede bir teftiş görürdük. Ama öyle bir teftiş ki, dolaplardaki raflarda dosya kalmazdı. Özel okul tabii, yabancı okul. Tabii Türk müdür muhatap MEB’e ve Sağlık Bakanlığı’na. Müfettişler gelirdi, ben nezaketen Amerikalı müdüre de götürürdüm. Sonra odama gideriz, ben çantamı, özel eşyalarımı alıp çıkarım, odanın anahtarını da onlara bırakıp çıkardım. Müfettişlerle de çok iyi bir diyaloğumuz vardı. 4. veya 5.senenin sonuydu galiba, bir teftiş raporu geldi. Amerikalı müdüre gerek yok, Türk müdür yeterlidir diye. Ben 13 adet Amerikalı müdürle çalıştım. Hem muavinliğimde hem de müdürlüğümde.

Dr.Halim Çeviker (Eşi): Eşim diye söylemiyorum, işinde çok titiz ve ciddidir. Arada sırada Amerikalı müdürlerle çatışırdı. Bir şey yapmak ister, yaptırmazlar, veya tam tersi. Türk mevzuatına çok hakim ve MEB ve Sağlık Bakanlığı ile muhatap olduğu için gider, konuşur, çatışır, hatta “Kapatırlar okulu,” diye de tehdit eder, yine istediğini yaptırırdı.

O zaman, bir gün, yine Amerikalı müdürle çatışma halindesiniz, Halim Çeviker çıkıp yanınıza geliyor ve öyle tanışıyorsunuz?

(Hahaha) Yok, ben geldiğim zaman Halim Bey hastanede başasistan idi, okulda da mikrobiyoloji dersi veriyordu. Bir gün disiplin kurulundayız, disiplin kurulu başkanı da benim okulda. Bir öğrencinin yaramazlıkları vardı. Ama normal çocuk yaramazlıkları değil, hastayı ihmal ettiği için disiplin kuruluna geldi. Kurulda enine boyuna tartışıldı ve ben çocuğun okuldan çıkartılması konusunda ısrarcı oldum. Kültür dersi öğretmenler daha bir yumuşaktı. Bu da normaldir, çünkü işin sorumluluk noktasının neresi olduğunu bilmedikleri için, aman öğrenci çıkmasın, öğrenci okuldan atılmasın, düzelir, diye. Ben dayatıyorum, çıkarılacak diye. Öyle bir raddeye geldik ki, uzun uzun tartışıldı, sonuca bağlanamıyor konu. Tam o noktada Halim Bey dedi ki, “Ben de müdiranım gibi düşünüyorum,” dedi, “çocuğun çıkarılmasından yanayım.” Halim Bey böyle deyip bana destek çıkınca işin rengi değişti tabii ve biz o çocuğu okuldan çıkarttık.

Ve o anda siz birbirinize şöyle bir yanyan baktınız?

Yok yok, ben bakmadım.

Halim Çeviker (Eşi):  Şimdi benim hatırladığım birkaç olay daha var. O zaman evliydik galiba…

Olmaz, ben nasıl ilk kez birbirinizi gördünüz, nasıl evlendiniz, bunları duymak istiyorum.

Halim Bey dediğim gibi o zaman önce asistandı, sonra başasistan oldu, Paşabahçe sigortaya gitti.

Halim Çeviker (Eşi): Şimdi şöyle…

Üstadım, anlatın artık, meraktan çatlayacağım…

Halim Çeviker (Eşi): (Hahaha) Ben Sevim’den önce okulda zaten mikrobiyoloji derslerine giriyordum. Sevim gelmeden önce şöhreti geldi okula. “Aksaray Amerika’dan dönüyormuş,” diye konuşuyordu herkes. “Allah Allah,” dedim ben de, “gelsin bakalım nasıl biriymiş şu Aksaray.” Sonra gelmiş Aksaray. Tabii ben o yolcu salonunda falan yokum. (Hahaha) Gelmiş, okulda işe başlamış, formasını giymiş. Çok temiz, düzgün giyinirdi. Herkese örnek olurdu. Öğretmenliğin bence esas şeyi budur; örnek olmak. Öğrenciye kendiniz örnek olacaksınız. Hiç unutmam, Ağustos’un sıcağında, ders ve stajlarda o beyaz çoraplarını ayağından çıkarmazdı. O temiz, bembeyaz formasıyla, okulun böyle iki katının arasında bir sahanlık var, o sahanlıkta duruyor, öğrencileri kontrol ediyor, düzgün mü değil mi diye. Ben onu ilk orada gördüm, “Aksaray demek buymuş,” dedim. Sonra okuldaki benim öğretmenliğim, onun müdür muvainliği falan devam etti. Arkadaş olduk. Ben mesleğimde çok ciddiyimdir, disiplinliyimdir. Birbirimizle o yönden iyi anlaştık.

Aslında sormak istediğim asıl şu. Karşınızda Amerika’da eğitim almış, Kandilli’de disiplinle eğitilmiş biri var.

Halim Çeviker (Eşi): İşte kendi havasını getiriyor, o disiplini okulda tesis ediyor ve bu disiplin beni mutsuz değil, tersine mutlu ediyordu. Ben de derste hoca olarak çok disiplinli ve çocuklar için işkence biriydim. Lise sıralarında mikrobiyoloji dersi aslında çekilir şey değildir, liseden mezun olmuş, tıp fakültesi talebesi değil ki bunlar.

1964’te evlendiniz. Peki evlilikte de aynı disiplin devam etti mi? Hem çalışıyorsunuz, hem evlisiniz hem de çocuk var?

Etti tabii. Artık o benim bir karakterim olmuştur.

Halim Çeviker (Eşi): Bak, dedi, evleniriz ama, beni okulumdan, işimden ayırmayacaksan evlenelim. Ben de biraz çalışma meraklısıydım tabii. İşine yakın olsun, yolda vakit kayetmesin diye, değiştirdiğimiz 5 evimiz de Amerikan Hastanesi’ni çevreleyen binalardaydı. Ben Paşabahçe Sigorta Hastanesi’nde çalışıyordum, her gün oradan Paşabahçe’ye gidip geliyordum. Arabamız da yoktu.

Gülsevim Çeviker: Ama evlenirken öyle anlaşmıştık. Ben Dr.Shephard’a öyle söz vermiştim mezuniyet törenimden sonra beni eve bıraktıklarında. Ne olursa olsun okulumun başında kalacak ve bırakmayacaktım. Benim öyle bir özelliğim vardır. Ben verdiğim bir sözü, benim aleyhime de olsa bazen, sonuna kadar tutarım ve arkasında dururum. Bu sebepten dolayı da vicdanen çok rahat ve huzurluyum. Zor şartlarda oldu, ama sözümü tuttum, müsterihim.

Özellikle sizin evlenmeden önce koyduğunuz şart çok önemli. Sizin evliliğiniz boyunca, 64’ten bu yana, özellikle çocuklarınızın küçük olduğu dönemde, hem iş, hem eş, hem annelik… Nasıl bir düzen tutturdunuz, nasıl ayarladınız? Sonuçta gelenekler ve toplumun kadına biçtiği bir rol de var. Halim Bey yardımcı olmuş mudur örneğin ev işlerinde?

Halim Bey çok çalışkan bir adamdır. Bunu açık açık söylüyorum, önünden de arkasından da söylerim. Son derece sevgili bir babaydı çocuklarına karşı. Bana karşı da çok iyi bir eşti her zaman. Belki benim titiz davranışlarım onu ürkütmüştür biraz, bilmiyorum. Çünkü okuldaki disiplini evde aynı şekilde uygulamasam da yine de disiplinli bir anneydim; tıpkı kendi annem gibi. Belki ondan biraz rahatsız olmuş olabilir. Aile, iş, çocuk degesini iyi tutturmak gerekiyor. Amerika’dan döndükten sonra yüksek lisansımı İstanbul Üniversitesi Pedagoji Bölümü’nde tamamladım. Doktoraya devam ettim. Doktorada test aşamasına geldim. Kızımız Jale oksijen çadırındaydı. Yalova’ya beni gönderdi Prof.Dr.Refia Şefik hanımefendi tez konusunu incelemem, yazmam için. Gidemedim. Oksijen çadırındaydı çocuğum. Çocuk mu doktora mı… Tabii ki çocuk.

Amerika’ya 1950’li yılların sonunda Fulbright bursu ile gitmiş, gitmesine izin verilmiş ilk kadın olarak siz bir öncüsünüz. Mesleğinizde öncülük yapmış bir kadın olarak bugünkü Türk kadınını nasıl görüyorsunuz? Türkiye’de kadın olmak nasıl bir şeydir?

Çok zor. Türkiye’de kadın olmak gerçekten çok zor. Hele özellikle şu son dönemde, ayrılıklar, erkeklerin kadınları öldürmeleri, çocuk tacizleri… Çok zor bir sürecin içinden geçiyoruz. Kadınların işi daha da zor. Hem bu tür güçlükler ile savaşıyor, hem çalışıyor, evine yardım etmeye uğraşıyor. Ben eskiyle mukayese ediyorum; bizim zamanımızda çocukken, gençken ben hatırlamıyorum. Baba çalışır getirir, evde anne kullanır, çocuklar da babanın getirdiği şeyle yetinirdi. Ama şimdi öyle değil, devir o kadar değişmiş ki… Sadece kadınların değil, erkeklerin de çocukların da işi zor. Kadınlar eskiye oranlar büyük oranda çalışıyorlar. Ama yeterli mi? Hayır, elbette değil.

Benim son sorum… Bu bir Bodrum dergisi ve Bodrum’la ilgili bir sorum olacak. Bodrum ile ilgili ne düşünüyorsunuz?

Biz Bodrum’a çok uzun seneler hiç gitmedik. Erkek kardeşimin Bodrum Güvercinlik’te bir evi vardı ve hep çağırıyordu. Vefatından evvel gittik, bir 10 gün kadar kaldık. Biz çok beğendik Bodrum’u. Belki hiçbir sorumluluğumuz yok, çocuklar büyümüş, sorumlulukları üzerimizde değil, rahatız. Bizi çok gezdirdiler, yedirdiler içirdiler. Balayı geçirir gibi bir tatil olmuştu. 2 defa gittik Bodrum’a. Bodrum, herkesin söylediği gibi, çok kalabalık, herkesin eğlendiği, gezdiği, alışveriş yaptığı, dinlendiği bir yer. Biz gittiğimizde pazarlara gittik, balıkçılara gittik.

Halim Çeviker (Eşi): Bodrum bence dünyada yaşabilecek en güzel yerlerden biri. Ama biz ne yapmışık etmişik, orayı berbat hale getirmişik. Yaşımı saklamaya gerek yok, 86 yaşındayım. Şu Yedikule surlarından dışarı çıktığınızda, tren geçerdi Florya’ya kadar, etraf buğday tarlasıydı. İstanbul’un nüfusunun 450.000 olduğu günleri yaşadım. Şimdi sadece bizim mahalle 450.000 kişi neredeyse. Bodrum da oraya giden Halikarnas Balıkçısı’nın, Zeki Müren’in gittiği dönemlerde Bodrum’muş, artık değil.

Gülsevim (Aksaray) Çeviker, eşi Dr.Halim Çeviker ile birlikte Bakırköy’de emekliliklerinin tadını çıkarıyor ve tıpkı kendisinin Esma Deniz için söylediği gibi, sadece duruşu ve varlığıyla bile nice genç kadına ışık saçmaya devam ediyor…

Turgutreis-Uğur-Kampus_12 Temmuz 2024
Bursluluk-Bodrum-bahçeşehir-10 aralık 2024
previous arrow
next arrow
Bir Yorum Yazın

Ziyaretçi Yorumları - 0 Yorum

Henüz yorum yapılmamış.