Niçin 158. olduk? Şimdi ne yapmalıyız? 180 ülke arasında nal toplamak Türkiye’ye yakışıyor mu?
Santa Barbara’da oturan Amerikalı avukat arkadaşımla dünya ahvali üzerinde yıllardır dertleşiriz. O beni Türkiye’de, ben de onu Amerika’da olanlardan sorumlu tutarız. Yıllarca o hesap sordu. Son zamanlarda daha çok ben hesap soran konumunda oluyorum.
Geçenlerde Amerikan basınının Gazze’deki insanlık faciasını aktarışındaki tek yanlılıktan yakınıp sordum:
“Ne olacak bu Amerikan medyasının hali!”
Yukardaki haritayı hatırlattı ve golünü attı:
“Evet, ABD’nin 180 ülke arasında 55.liğe düşmesinden ben de şikayetçiyim, ama 158. olmaktan iyidir!”
Yutkunup oturdum. Arkadaşım haklıydı.
İlk kitabının adı “Türk Olmak Kolay Değil” olan kıdemli bir yazar olarak söylüyorum:
Türk olmanın en zor olduğu günlerden birisi Dünya Basın Özgürlüğü endeksinin yayınlandığı günlerdir!
Daha önce de yazdım. “Hasbelkader”, ülkemizde Kitle İletişimi üzerine ilk doktora yapan kişi benim. 1974 yılında ABD’nin Indiana Üniversitesi’nden bu bilimsel payeyi aldığımda ülkemizde iletişim fakültesi yoktu. “İletişim” sözcüğü bile yoktu, “haberleşme” diyorduk. Şimdi tam 93 iletişim fakültesi varmış. 93! Her yıl binlerce mezun veriyor. Yurtdışında iletişim okuyup gelenler de hayli çok. Medyada iletişim mezunları çoğunlukta. Bir bakıma herkes biraz iletişimci.
Ve ülkemizde iletişimcilerin ciddi sorunları var.
Ben de, kilometre taşına ulaşmaktan yararlanarak iletişimcilerle dertleşeyim istedim. “İletişimcilere Açık Mektup: Şimdi Ne yapmalıyız?” diye uzunca bir metin hazırladım. Sağa sola, gazetecilik örgütlerine, kimi meslektaşlara gönderdim, bloguma (haluksahin.net) koydum. Yarın akşam (7 Mayıs) Bilgi Üniversitesi’nde öğrencilerle tartışacağım.
Şüphesiz, arkadaşımın gönderdiği yukarıdaki haritayı da tartışmak ve açıklamak zorunda kalacağım. “Niçin biz böyleyiz?” önemli bir soru. Ancak onun ötesine geçip “Peki, şimdi ne yapacağız?” sorusunu da sormak zorundayız.
ŞİMDİ NE YAPMALIYIZ?
Açık Mektup’tan aktarıyorum:
“Türkiye’de aydınlara, ülkedeki en önemli iletişim sorununu sorunuz: Medyaya sansürü ve yasakları gösterecektir. Gerçekten bu açıdan performansımızın ve kültürel arka planımızın çok umut verici olduğu söylenemez. “Asker millet”iz, emir alır, emre uyarız. Bir sözcük için adama “Hain!” damgasını basarız. Yanlış şeyler söyleyenlerden ikisini Sultanahmet Meydanı’nda sallandırınca sorunun çözüleceği sanrısıyla yaşarız. “Teslim”e ve “iman”a dayanan İslam’da, farklı düşünenlere ilişkin zengin bir kelime dağarcığımız vardır: Kafir, münafık, mürai, fitneci, müfsit, mürted; bunlardan bazılarının cezası ölümdür!
19. Yüzyıl’dan sonra Türkiye’de Aydınlanma’nın görüşleri etkili olmaya başlayınca “özgürlük” yanlıları ile “müminler” arasındaki düşünsel çekişme, çoğu kez “cahil” ve “kafir” kategorileriyle açıklanan yeni yasakların kaynağı olmuştur… Çetin Altan ülkenin “kışla ile cami” arasına sıkışıp kalmasından yakınırdı. Onların yerine “kafir” ile “cahil” diyebiliriz.
Gelgelelim, baştan beri söylüyorum ve gene söyleyeceğim: Dijital çağda bu iki öbek arasındaki sınırlar eskisi kadar net ve açık değildir.
Türkiye’nin uzun bir süredir dünyada en fazla gazeteci hapseden ülke olma utancını yaşaması, farklı düşünceye şüpheyle bakan sosyo-kültürel kökenlerle elbette bağlantılıdır. Ülkeyi yönetenlerde de, manevi eğitimine talip olanlarda da “öteki”ni “zararlı düşünceler”den koruma refleksi güçlüdür. Bu türden görüşlere tartışılabilecek iddialar olarak değil, öldürücü mikroplar olarak bakılagelmiştir.
STALİN’İN BIYIĞI
Çocukluğumda bakkallarda satılan bir kibrit kutusu türü yasaklanmıştı. Çünkü üzerinde, tersten bakıldığında posbıyık Stalin’i andıran bir figür görülüyordu. Ne olur ne olmaz, cahil insanlar o resme bakarken Komünizm mikrobunu kapabilirlerdi. Ülkeyi yönetenler o kutuyu yasaklayarak ülkeyi Komünizm’e karşı korumuş oluyorlardı.
Günümüzde de bu türden “arkaik” takıntıların zaman zaman hortladığını görebiliyoruz. Devlet eski yasakçı rolünden vazgeçmemek için, saçmalamak dahil her şeyi yapıyor.
Ancak, bu çağda asıl tehlike o komik yasaklar değil, kafaları şişiren gürültü ve anti-iletişim furyasında özgürlük ve inanç kavramlarının içlerinin boşalması ve anlamsızlaşmasıdır.
Bir çeşit Ortaçağ’laşma olarak da gördüğümüz Dijital Çağ, eski Ortaçağ’larla oyuncak gibi oynuyor. Onları da büyük gürültünün malzemesi haline getiriyor. Hepsini eşitliyor. Doğru ile yanlış bir olunca, ikisi birbirini götürüyor, yasaklamaya bile gerek kalmıyor.”
İLETİŞİM AHLAKI
Züğürt tesellisi arıyorsanız, “Bu durum bütün dünya için doğru. Hakikat krizi her yerde kafaları uyuşturuyor, dezenformasyon ve anti-iletişim güçleri her yerde çok güçlendi” diyebilirsiniz.
Ne var ki, bu bizim de kurban statüsünde bulunduğumuz gerçeğini değiştirmez. İletişimci iseniz ve sele kapılmış gidiyorsanız hem kurban hem de cellat çırağı durumunda bulunduğunuz da söylenebilir. İletişimci artık iletişim beceriyle değil, iletişim ahlakıyla kategorize edilmektedir! Bizi 158. yapan medya yasaklarına karşı çıkmak o ahlakın gereğidir.